76’da Gördüm Seni

Kalbimizin olduğunu hatırlatanlara ithafen…

Aşk bu! Kime, nasıl, nereden, ne şekilde zuhur edeceği bilinmez.

-Nuri Pakdil

<giriş>

Rüzgarlı hava, gri bulutlar gelecek olan şiddetli yağmurun habercisiydi. Akşam yemeği için yurtlar kantinine nâm-ı diğer 76 ya gidiyordu. 76 denilmesinin sebebi, kantinin 76 numaralı yurdun bünyesinde bulunması idi. Yolda “Şair“i gördü, elinde eski ciltli bir kitap, ondan bir şeyler okuyarak ağır ağır yürüyordu.

-Şair, gel sana bir çay ısmarlayayım müsaitsen?

-Olur yalnız ben yeşil çay içeceğim.

-Tamam, sen yeter ki gel, çaylar benden, muhabbet senden olsun.

İki arkadaş beraber 76’ya doğru gittiler. O sırada Saki, Şair’in elindeki kitaba göz attı. Yazılanlar Arap alfabesi ile yazılmıştı. “Hayırdır, dua kitabı falan mı okuyorsun?” diye sorunca. Şair, tebessüm ederek “Bu, Bâki’nin Güldestesi sana şu beyiti okuyayım bak”

Cânâ zülâl-i vaslunı agyâr umar uşşak umar
Âb-ı sehâb-ı rahmete kâfir müselman teşnedür

– İyi de bu ne demek ?

– Diyor ki Bâki; Ey Sevgili, sana kavuşmanın lezzetini yabancılar da umuyor, âşıkların da… Elbette böyle olacak! Çünkü rahmet bulutunun suyuna kafir de müslüman da susamıştır.

– Edebiyat güzel, şiir güzel şey lâkin biraz daha günümüzden şeyler de oku. Bu böyle olmaz. Ben gidip sana yeşil çay kendime de bazlamaya herşe(y)li alıyorum, başka bir isteğin var mı?

– Bir de bisküvi al, Eti Burçak Çikolatalı olsun.

Saki içecekleri almaya doğru gitti. Şair, kitabına dönüp okuduğu beyiti mırıldanarak tekrardan okudu. Okurken bir an kendisini nazar altında hissetti. Başını kaldırdığında göz göze geldiler ama kız bir anda bakışlarını kaçırmış idi. Şair, pek önemsemedi gerek giyiminden gerekse hal ve hareketlerinden dolayı insanların bakışlarına mazur kalırdı. Saki, elinde içecekler ve bisküvi ile masaya geri geldi.

– Saki, tam ismine yakışır bir iş yaptın şu an.

– Herkes kendine düşen görevi yerine getirmeli, anlat bakalım gönül dünyan ne alemde.

– Belirtiler stabil. Senden ne haber, zira kanı deli dolu olan sensin ben değil.

– Kardeşim, gönül dünyama hitap eden bir kız yok ya. Bırak şarkı söylemeyi, şarkı bile dinleyemiyorum.

– Türkü dinle o zaman.

– Türkülerle pek aram yoktur benim.

– Ciddi misin? Bak yan masada “Elif Dedim Be Dedim” türküsü çalıyor daha önce hiç duymadın mı?

– Kurtlar Vadisi izlerken bir ara çalmıştı gerçi ama oturup dikkatli bir şekilde dinlemek nasip olmadı.

O sırada dışarıdaki soğuktan üşümüş olan Ahfâl, içeriye girdi. O da akşam yemeği yememişti. İki yakın arkadaşını görünce selam verip yanlarına oturdu.

– Merhaba gençler, nasılsınız?

– Ne olsun abi işte Şair’e dertlerimden bahsediyordum.

– Saki, gönlünün gemilerini yüzdürebileceği engin denizler peşinde.

– İstersen bir kahve iç, falına bakayım. Eğer bir ellilik atarsan nerede, bir ellilik daha atarsan nasıl, bir ellilik daha atarsan ne zaman aşık olacağını ve en son bir yüzlük daha atarsan kime aşık olabileceğini söyleyebilirim.

– Ahfâl, toplu bir paket yok mu? 200 liraya hepsi bir arada.

– Sen tanıdıksın Şair, bana bir bazlamaya herşe(y)li al, kendine de bir kahve, nerede aşık olacağını söyleyeyim.

– Tamamdır.

Şair usulca yerinden kalktı. Kasaya doğru yürümeye başladı. Ne kadar da kalabalıktı. Bir kısım televizyonun başında oturmuş, Kızılelma adlı diziyi izliyordu. O sırada kasanın yanında Hicaz‘ı gördü. Elinde bir Probis paketi vardı.

– Şair, nasılsın?

– İyiyim Hicaz, sen nasılsın?

– Ne olsun, canım sıkıldı da abur cubur almaya geldim.

– Gel geç otur biz duvarın kenarında oturuyoruz.

– Şu diziyi biliyor musun?

– Bizim MİT’i anlatan bir dizi, arka fonunda da Dombra çalıyor falan.

– İyi de kızıl elma ülkücülerin ulaşmak istedikleri hedef gibisinden bir şey değil miydi? Dizileri pek takip etmem ben zaten de merak ettim. O zaman ben geçiyorum oraya.

Hicaz, Şair’in yanından ayrıldı. Şair, kasaya yaklaştı ve siparişlerini söyledi. Onların hazırlanmasını beklerken, biraz önce göz göze geldiği kızın sırada olduğunu gördü. Tam o mu değil mi emin olmak için dikkatlice baktığında, tekrar göz göze gelmişlerdi. Bu sefer çok farklı idi…

<girişin bitişi, sana da mona roza taş bebeği bıraktık…>

<inkişaf>

Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız,

Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır.

-Haydar Ergülen

Bir bakış, bir nazar ancak bu denli bir insanı yedi kat göğün üstüne çıkarabilir veyahut yedi kat yerin dibine, en ıssız kuyuların karanlığına bırakabilir. Ne kadar süre göz göze idiler bilmiyordu, taş çatlasa 2 saniye falandı. İnsanları yakıp yıkan nazar bu tür bir şey olmalı idi. Kalbin en onulmaz yerinden atılan bir ok gibi nazar, gözlerden çıkıp adeta karşı ruhun en can alıcı yerine saplanıyor, kalbin en koyu noktası olan sevda noktasını tam 12 den vuruyordu. Kasadaki görevlinin “BAZLAMAYA HERŞE(Y)Lİ BEKLEYEN, SADE TÜRK KAHVESİ BEKLEYEN” diye bağırması ile kendine geldi. Elinde tepsi kafası allak bullak olmuş bir şekilde arkadaşlarının yanına gitti. O kızın oturduğu masadaki konuşmalar dikkatini çekmişti. Anladığı kadar ile kızın adı Su idi. Hicaz, ney üflemenin ne kadar harika bir şey olduğunu anlatıyor, Saki ise aşk olmadıktan sonra ney üflesen neye yarar diyordu. Saki, kahvesine içen Şair’e döndü. “Anlat bakalım şair, neden insanlar aşk peşinde koşar, onu farklı kılan ne?”

Şair, kahvesinden bir yudum daha aldı:”Öncelikle aşk mefhumunu anlamamız lazım ki insanlar neden bunun peşinde koşuyor idraklerimize sinsin. Aşk bir susuzluktur. Pınarlardan ne kadar su içersen iç, dinmeyen bir susuzluk gibidir. İnsanın kalbi alev alev yanmaktadır. Derler ki su ateşe galiptir, lakin sen bir kaba girmeye gör. İşte o zaman ateş o suyu alır buhar eder. Yani benliğini kaybedersin, sen sen misin yoksa sen o mu sun belli değildir, yanar buhar olursun. Sonra dolarsın da yağmur olup sağanak sağanak yağmak istersin. Günümüze baktığımızda bir çok şeye sahibiz. Etrafınıza bir bakınız, herkesin ellerinde telefonu, masalarında arkadaşları ve önünde yiyecekleri var ama yine de bu insanların bir kısma hala mutsuz… Çünkü duygusal olarak dayanacağı bir temelleri yok. Telefonları var ama telefon insanın gözlerinin içine derin derin bakmıyor, sahip oldukları, saçları ile sarmalayıp en keskin acıları dahi avutmayı bilmiyor. Yüksek ortalamalar, bunlar göğsüne bastırmıyor insanı, her şeyi unutturmuyor. Unuttursa bile az sonra yeniden hatırlanıyor. İşte tüm bu sebeplerden, günlük hayatın telaşesinden kurtulup, biraz gönlümüzü beslemek için aşkı arıyor insan. Aşkı arıyor amma onun kader boyutunu biraz unutuyor galiba.”

Ahfâl, Saki ve Hicaz şaşırmıştı. Şair genellikle bu konu hakkında pek konuşmaz, konuşsa bile bir iki cümle söyleyip sonra bir şiir okurdu. Şair, kahvenin son yudumunu aldı, sonundaki acı telvenin bir kısmı da ağzına gelmiş, yüzünün bir garip hale bürünmesine sebep olmuştu. Kahve fincanını usulünce kapatıp, soğumasını beklemeye başladı. Şair, bedenen o masada, kalben başka yerlerdeydi. Hiç tanımadığı, bilmediği biri nasıl bu denli bir insanı etkileyebilirdi. Hicâz ile bu konuyu konuştukları zaman, bu tür şeylerin olamayacağına kanaat getirmişlerdi. Saki her ne kadar muhalefet etse de en sonunda o da ikisini haklı bulmuştu. Her biri aşktan yaralı bir gaziydi. Kimisi kör, kimisi topal, kimisinin ise sadece burnunda bir yara izi. Her biri aşklarını içlerinde yetiştirmişti zamanında. Aşk etimolojik olarak sarmaşıktan geliyordu. Sarmaşık ise insanı içinde kök saldı mı kolay kolay koparılmak bilmiyordu.

Kahve fincanı soğumuştu. Ahfâl usulca fincanı kaldırdı. Gördüğü şekiller çok karmakarışık idi. Her şey birbirine girmişti. Elinden geldiğince yorumlamaya çalıştı:”Şu an içinde anlayamadığım şekilde büyük bir çarpışma var. Düşünceler, duygular, fikirler, ızdırablar her şey birbirine girmiş. Cidden bu zamana kadar gördüğüm en karmaşık fal… Bak şurada 7 ve 6 rakamı çıkmış, demek ki sen 76 da birine aşık olacaksın.” diyerekten fincanı yere koydu. Fincan altlığını alıp baktığında ise bir tane kavak ağacından başka bir şey görmemişti. Şair, aklı ve kalbi birbirine karışmış ne yapacağını bilmiyordu. “En iyisi ben biraz dolaşayım. İyi akşamlar…” Paltosunu almış, atkısını takmış kampüsün aşağısına doğru yürümeye başladı.

Gözlerini kapattığında aklına ilk gelen kızın gözleri idi. “Gözlerin ne kadar İstanbul öyle, sebiller uçuşur parmaklarından…” dizeleri istemsizce ağzından çıkıverdi. Aklında bin bir düşünce dalgın dalgın yürüyordu. Kulaklığını taktı ve radyoyu dinlemeye başladı. “Mademki yeminimiz var, madem aşk mukadder, işte geldim bilmesinler yarına kadar…” Melihat Gülses o kadife sesi ile İncesaz – 2 Eylül Şarkılarının en iyi parçası olan Firar adlı şarkıyı seslendiriyordu. Ardından İncesaz’dan Çok Aşığın Var Diyorlar adlı şarkı çalmaya başladı. “Gözlerindeki cevaba korkuyorum bakmaya, geceler uzun ve yalnız, yoksun sabaha kadar…” Tüm bunlar yaşanırken yukarı doğru çıkan arkadaşlarından Dolunay’ı gördü. Dolunay nadir anlaşabildiği kızlardan biriydi bu okulda. Başı ile selam verdikten sonra, Dolunay yanına geldi.

– Hayırdır şair ruhlu insanımız gecenin bir vakti yine yürüyüşlerde…

– Dolaşmak ruhuma iyi geliyor. Senin ne işin var bu saatte ?

– Ben rüzgarlı eteklerimle, bir farklı iklimde, bulunmayı beklemekten sıkıldığım için bir hava alayım dedim.

– Seni arayan her kimse büyük bir ihtimal sensiz o sessizlikte deli gibidir.

– Anılar Defteri adlı şiiri bilmene sevindim. Bir ara gel de bir şiir okuyup, müzik falan dinleyelim. Hem ıspanaklı börek de yapabilirim.

– İlk ikisi neyse de ıspanaklı börek ile ikna ettin beni çapkın.

– Hadi görüşürüz, kendine iyi bak.

Şair, biraz daha yürüdükten sonra hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Bir an aklına Su ile geçen dönem tanışmış olabileceği aklına geldi. Ama emin olamadı o an. Yağmur biraz daha hızlanınca mecburiyetten yurda geri dönmek zorunda kaldı. Yolda gördüğü bir arkadaşına “… son gülümseme bir ömrün özeti olduğundan, sen de elbet bir gün ferahfezayı seveceksin.” dizelerini okudu Atilla İlhan’dan. Aklında garip düşünceler ile yatağına uzandı.

<inkişaf tamamlandı; bu yağmur delilik vehminden üstün>

<rüya ve idrak>

“Yıkılır köprüler yıkılmaz değil

Yakılır gemiler yakılmaz değil

– Sadık Gürbüz”

“Rüyasında bir köprünün başında duruyordu. Gece vakti karşıda dolunay tüm güzelliği ile karşısında duruyordu. Gece mavisi rengi tüm manzarasını oluşturuyordu. Bir an Su yanına geldi ama o da ne… Su kambur idi. Bir iki muhabbet ettikten sonra kız Justin Bieber diye çığlık atmaya başladı. Bir an kafası allak bullak olmuştu. Elinde imkan olsa denize atlayıp uçsuz bucaksız sularda yüzecekti. Bir an Barney Stinson yanlarına gelmiş, aşk falan boş takıl eğlenmene bak demişti. Şair, onu tersleyip kovduktan sonra Gandalf elinde asası ile suyun üstünde koşmaya başladı. Durdu kalbine baktı, gönlünden bir başka gönül daha doğacaktı sanki ama bir o kadar da isteksiz duruyordu. Gül bahçesine doğru koşarak buradan kaçmak istedi. Nereye giderse gitsin her yerden gözüküyordu dolunay. En sonunda bulunduğu ortama dayanamayıp, köprüye doğru koştu ve suya atladı.”

Şair kan ter içinde uyandı. Gördüğü rüya onu baya etkilemişti. Zihnim beni kaç kere daha aldatacak diye düşündü. Akşam sınavı olduğu için kahvaltıyı odada yapıp, kütüphaneye gitti. Ders çalışırken kendi gönlüne baktı, cidden duygularından emin miydi? Yoksa bir anlık heyecan mıydı? Bu soru iyice kafasını karıştırmıştı. Ya da göz göze gelmeleri rastlantı mıydı? Belki Su hoşlandığı için değil de bu çocuk beni hala kesmeye devam ediyor mu gibisinden bakmış da olabilirdi. Tüm bu sorular zihninde, fotokopiciye notları almaya giderken…. Şok, karşısında Su vardı ama dönüp bakmamıştı bile en azından baksa bile Şair, fark etmemişti. Şair’in aklındaki tereddütler iyice artmaya başlamıştı. “Gün olur bu rüyadan ben de geçerim, o gün sen de bitersin” diyerek o şarkıyı mırıldanmaya başladı. Aslında kızı görünce heyecanlanması bile Şair için önemli bir durumdu kaç yıldır bunu başarabilen birisi daha çıkmamıştı. “Tüm bu düşünceleri bir kenara bırakarak, akşamki Basic Concepts of Illuminati dersinin ilk vizesine çalışmam lazım.” dedi ve çalışma odasına doğru gitti. Sınava girdi çıktı kimseye bir şey demeden yemekhaneye doğru gitti. Yemek yerken aklında sınavın kötü geçtiği düşüncesi, çıldırtan hayaller vardı. Saki aramıştı beş dakikaya kadar gelecekti yemekhaneye. Onunla dertleşmek iyi geliyordu Şair’in ruhuna. Yanında taşıdığı şiir defterini çıkardı. Sevdiği dizeleri bu deftere yazıyordu. Öylesine masanın üstüne bıraktı. Saki yüzünde hafif bir tebessüm ile Şair’in bulunduğu masaya geldi. Okulun sıkıntılarından falan konuştular, klasik ne olacak bu gençliğin hali dediler. Hayali satranç oynadılar. Tüm bu muhabbetler devam ederken, Şair birden sağına doğru baktı. Su sandalyeye yan oturmuş ona bakıyordu. Saki’ye durumdan bahsetti ne yapması gerektiğini pek bilmediğini kendinden emin olmadığını… Saki’ye göre direk bir şeyler hissediyorsa gidip konuşmalı idi. Ayrıca göz göze gelebilmek için mekanda bulunan tüm aynaları kullanmaya çalışıyordu Şair.

– Hadi biraz şiir okuyalım, Şair.

– “Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?”

– Birazdan en sevdiğin dizelerin gelecek…

Şair, bir el hareketi yapmasıyla beraber okurlar: “Susarak anlattım bütün gizliyi/Sakladım duygumu ben konuşarak…”

Yemekhaneden çıkıp, 76 ya doğru çay içmeye gittiler. Hicaz ile Ahfâl zaten oraya geçmişlerdi. Ahfâl, Hicaz’a bahçeye gitmeyi öneriyordu. İlk başta aklına yatmıştı Hicaz’ın ama sonradan anladılar ki bahçenin kapıları sürmeli idi. O sırada Neşet içeri girdi. Hicaz ile Ahfâl’a selam verip yanlarına oturdu. Neşet dertli dertli oturmuş uzaklara bakıyordu. “Âh dedi, ben nasıl da gönlümü kaptırmışım, gönlüm her daim sevgilinin yolunu bakmakta…” Hicaz birden “Neredesin Sen” adlı şarkısının melodisini ağzı ile yaptı ve hep beraber söylediler. Ahfâl birden “Bu gönül işlerinin aslı nereye dayanmaktadır?” diye sordu. “Muhabbet olsa gerek” diye cevaplayınca Hicaz, hepsi birden “Muhabbet Bağına Girdim” adlı şarkıyı söyleyip ritim tutmaya başladılar. O sıraya 76’ya yaklaşmış olan Saki ile Şair sesleri duyunca bu anı kaçırmamak için koşarak 76’ya girdiler. “Ararım, ararım, ararım seni her yerde…” kısmına gelince Şair bir etrafına bakındı lakin kimse yoktu. “Sorarım ıssız gecelerde, sevgilim nerede…” kısmında ise Saki “Bizim sevdiğimiz 76’da olsa gerek, galiba sevilen de Bazlamaya Herşeyli…” denilince gruptakiler kahkahayı basmıştı. Beşi birden oturmuş muhabbet ederlerken, bir anda Su kapıdan girip, bir rüzgar gibi Şair’in önünden geçti. Şair bir anda heyecanlandı eli ayağı birbirine dolaştı sonra tekrardan sakinleşti ama haddinden fazla sakinleştiği için morali bozulmuştu. Durumu fark eden Ahfâl:

– Ne oldu şair, bir an uçtun gittin?

– “Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti/Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti”

– Yine şiir kullanarak Ketumizadeliğine geri mi döndünüz Şair efendi.

– Yok abi ya, insan hâli bazen göklerde olursun bazen Hz. Yusuf gibi en dipsiz kuyularda.

Saki oradan söze girdi.

– Demek istiyor ki kuş kanadı kalem olsa, yazılmaz benim derdim. Akşam vakti gelince Şair her zaman hüzünlenir, biliyorsunuz.

– Zaten Hilmi Yavuz ne demiş: “hüzün ki en çok yakışandır bize…”

Şair kalkmak için toparlandığında Hicaz:

– Hayırdır yine dışarıda dolaşacak mısın?

– Yok uykum var biraz uyumam lazım.

– Hem diyorsun ki kalbim bir garip hallerde, aşk yoluna düşmüş. Hem de uyuyacağım diyorsun. Bilmez misin aşıka her türlü uyku zinhar haramdır. Ne iş?

Şair olduğu yerde kalakaldı. Her ne kadar Hicaz şaka yollu takılsa da haklıydı. Eski defterleri açtı bir an zihninde. Sevdiğinin ismini kitapta gördüğü zaman heyecandan o kitabı okuyamadığı zamanları düşündü. Heyhat dedi kendince. Ben bir boşluğa düşmüşüm sadece ben değil ki gönlüm dahi bir boşluğa düşmüş ki böylesine garip halet-i ruhiyeye girmişim. Gerçekten yaşadığım heyecanlanmalar ne kadar gerçek ve ne kadar içten… Cidden sonsuzluğu paylaşacak kadar kendimi kaptırdım mı? Cidden karşı taraf gönlümü doldurabilecek bir birikime sahip mi? Hem ben cidden bu yolun yolcusu olmaya hazır mıyım? Hem gördüğüm rüya, kızın kambur olması… Bu ilişkinin bana sadece bir yük olacağının işareti değil midir? Tüm bu sorular aklından geçerken istemsizce zihninde İncesaz – Eylül adlı şarkının çaldığını fark etti. Gruptakilerin hey seslerinden kendine gelen Şair cevap verdi.

– Uyumam lazım baylar. Bir uyku bölmezse anılarımı, korkarım çıldırtır bu hayal beni. İyi akşamlar.

<rüyadan uyanış, idraki görüş: yani sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı>

<bitiş>

Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

-Ataol Behramoğlu

Odanın kapısını açtığında kafasında hala bu tür sorular dönüyordu. Bunun nasıl atlatabileceğini bilmiyordu. Çivi çiviyi söker demişti kendince. Eğer cidden bir şey hissediyor olsa hayalhanesinde başka birinin kolay bir şekilde yer etmemesi lazımdı. İstemsizce Twitter’a girdi. Eski bir arkadaşı, birinin tweetini RT etmişti. Şöyle bir baktı tweeti atana baktı gönlüne baktı. Ve anlamıştı sonunda bu basit bir heyecanlanmadan başka bir şey değildi. Birden gönlünde doğacak gibi olan diğer gönlün kaybolduğunu hissetti. O sırada Dolunay’dan bir mesaj gelmişti. Mesajda: “Yunus Emre ile Karacaoğlan arasında kalmış, her çiçekten bal değil bahaneler devşirerek uçan, anlama kapalı cümlelerinde ki gibi anlaşılmaya kapalı, heyecanı zirvelerde yaşayan, her gördüğüne Zümrüd-ü Anka nazarıyla bakan, maceraperest, bir dağlı gibisin.” yazıyordu. Tebessüm etti. Günün yorgunluğu ile uyuyakalmıştı. Sabah kalktığında içi huzur dolu, mutlu bir şekilde uyandı. Kahvaltı yapmak için 76 ya gittiğinde tekrar Su ile karşı karşıya gelmişlerdi ama bu sefer ne bir heyecan ne bir kalp çarpıntısı vardı. Zaten Su’da Şair’e karşı lakayt davranıyordu. “Elhamdülillah” dedi Şair, nitekim geri dönüşü olmayan bir yoldan son anda geri dönmüştü. Telefonu eline aldı arkadaşlarını 76’ya çağırdı. İlk gelen Saki olmuştu, “ne oldu kanka” diyerekten soluk soluğa masaya oturdu. Şair, beklemesini söyledi. Diğer herkes tek tek gelmişti 76’ya. Şair konuşmaya başladı: “Artık içimdeki fırtınalar dindi, hatta kavak yelleri bile kalmadı. Bir anlık boşluğa düşmektenmiş hissettiklerim, yaşadıklarım… “Bir an kayboldun gibi yaşadın kıyameti/Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti” demeyi bende isterdim lâkin yanlış alarma maruz kalmışız. Ahfâl tebessüm etti. Ünlü bir şair der ki:” Yağmur yağsa da dolmaz dolu kaplar/Aşka asla maruz kalmaz Ruh-u Saplar…” Hepsi bir anda kahkahayı basmıştı. Hafif bir yağmur başlamıştı. Şair, bir Türk kahvesi söyledi ama bu sefer fala falan baktırmayacaktı. Ben biraz yürüyeceğim dedi. Son 1 haftada son 3 yıldır yaşamadığı şeyleri yaşamış ve hissetmişti. Her şeye rağmen bir kalbinin olduğunu hatırlaması güzeldi. Lâkin 3 yılda bile ancak kalbinde sadece küçük bir kıvılcım olmuştu. Gelecekte kim bilir ne bekliyordu gerçi ne yapsa boştu kaderin üstünde kader vardı. Şöyle bir ufka doğru baktı aklına Nuri Pakdil’in sözü geldi. “Aşk bu! Kime, nasıl, nereden, ne şekilde zuhur edeceği bilinmez.”

Bu gece düşlerim dehşetli güzel, uzak dur bu gece gelme ey ecel….

Evet bir hikayenin daha sonuna geldik. Burada Şair merkezli bir hikayeyi ele aldık. Kim bilir belki bir gün Hicaz’ın Ahfâl’in ve Saki’nin hikayesini de anlatırız. Dolunay’a gelince kim bilir rüzgarlı etekleri ile, hangi iklimlerde bilinmiyor. Su ise kendi seyrinde hayatını yaşamaya devam etmekte. Neşet ise Neşet Ertaş türküleri dinleyip dertlenmekte…

Okuduğunuz için teşekkürler.

 

 

 


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir