“ZEHRAYI ÖLDÜR, ZÜLEYHAYI ÖLDÜRMESİNLER”
Yol boyunca kafamda bu cümle dönüp durdu. Öncelikle beni öldürmekle tehdit eden iki tane izbandut gibi herifin Zehra’yı öldüremeyeceğini Büyük Patron öngörmüştü. Aynı zamanda benim Zehra’yı bulabileceğimi de öngören Büyük Patron, her nasılsa Yusuf’un eski kız arkadaşı Züleyha’yı da biliyordu. Yanımda oturan 30’larındaki bu kadın, yüzündeki masumiyete karşılık iki adet leşi vardı. (Bu sadece benim bildiğim) Saçları erken yaşta beyazlamış olan, masmavi gözleri ve de şapkası ile çok asil duruyordu Zehra benim gözümde. Torpido gözünden kaseti alıp, teybe taktı. Emel Sayın’dan Kadehinde Zehir Olsa adlı şarkı çalmaya başladı. O sırada başlayan yağmur, sanki Emel Hanım ile düet yapıyordu. Bahçeli, pembe panjurlu bir eve girdik. Ev cidden pembe panjurlu idi. Bahçede beyaz zambaklar, fesleğenler, nergis ve de Isparta Gülleri vardı. Hemen bir Isparta Gülünü kopardım çünkü buram buram memleketimi koklamak istiyordum. Eve girdiğimizde Zehra konuşmaya başladı.
- Havuçlu kek yaptım, yanında istersen yanında süt getireyim.
- Yok, teşekkür ederim.
- O zaman çay demleyeyim, konuşacaklarımız var. Soracak soruların var elbet.
- Olur.
Zehra, mutfağa gitti. Ben ise Zehrayı Öldür Züleyhayı Öldürmesinler cümlesi üzerinde düşünüyordum. Acaba bir süre sınırı var mıydı? Bu sırada Zehra elinde porselen bir çaydanlıkla geldi. Çayı bu kadar kısa sürede demlemesi imkansızdı.
- Bak bu çaydanlık Muhsin’in hediyesi idi. Çok şirin değil mi? Özellikle şu işlemeleri beni benden alıyor. Konumuz Muhsin olduğu için bu çaydanlıktan çay içeceğiz. Bu sırada seninle burada değil, çalışma odamda konuşacağız.
Beni kolumdan tutup, çalışma odasının içine soktu. Duvarları mavi boyalı bir oda idi. Bu odada pembe panjur yoktu. Beyaza boyanmış, eski zamanlardan kalma bir pencere vardı. Bir adet çalışma masası, üzerinde fotoğraflar. Kitaplardan oluşan küçük bir raf. Saksılarda boy boy beyaz zambaklar. Bir adet bank. Bir odada bankın ne işi olabilirdi? Asıl şaşkınlığımı tavana bakınca anladım. Tavanda sayfalar yapıştırılmıştı. Yazıları okuyabilmek için zıpladım. Boyum yukarıdaki yazıları okuyabilsin diye çok uğraştım kedi. Dur bu cümle bu hikâyede değildi. Zıpladım işte. Baktım dikkatlice. İki dize gözüme çarptı.
“Neden her aşk/ Bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka”
- Oğlum Şerif işte demek sır buymuş.
- Ne sırrı Yusuf.
- Abi bu dizeler hangi şiire ait.
- Bilmiyorum.
- Müsveddeler…
- Yani
- Bu da Ah’lar Ağacı adlı kitapta geçen şiir…
- Yani sana Ah’lar Ağacı’nın altından yazıyorum derken…
- Aynen be Şerif.
Resmen aydınlanmıştım şu an. Kitapların arasında bir adet filmde vardı. Dikkatlice baktığım zaman bu filmin Issız Adam olduğunu anladım. Zehra elinde tepsi ile odaya geldi. Banka oturduk, önümüze de bir sehpa çektik. Çayın yanında tarçınlı kurabiye getirmiş. İnce belli, işlemeli bardaklara çayını doldurdu. Çayımı yudumlarken Zehra’nın gözlerine daha dikkatli baktım. Cidden mavi gözlü bir devdi sanki bu kadın. Şapkasını çıkardı.
- Bak Şerif, ben şu an erkek olsaydım, o iki adamı öldürmem sana pek garip gelmeyecekti. Hatta diyorsun ki böylesine romantik hareketlerde bulunan birisi için, hele bir de kadın nasıl öldürebilir?
Cümleye beni seksizmle suçlayarak başlayacağını hiç düşünmemiştim.
- Yok, ben sadece şaşırdım. Yoksa kadınların öldürme hakkına saygı duyuyorum.
Heyecandan saçma sapan cümleler de kurmaya başlamıştım. Zehra tebessüm etti. Sahi benden 3-4 yaş büyüklere bile abi – abla derken neden Zehra ablaya Zehra diyorum, bilmiyorum.
- Belki diyorsun o duygusal mektubu yazan biri nasıl adam öldürebilir. Oysa herkes öldürür sevdiğini, kulak ver bu dediklerime, kimi bir bakışıyla yapar bunu, kimi bir mektup ile.
Son cümleyi söylerken sesi titremişti. Elleriyle akan bir iki damla gözyaşını sildi. Devam etti konuşmaya.
- En son telefonla konuşmuştuk Muhsin ile. Ona şu köşede duran gramofondan Bir İhtimal Daha Var adlı şarkıyı dinletmiştim.
- Şimdi Muhsin Hoca, bombalı saldırı sonucu öldü. Baktığımız zaman hep hüzünlü şarkılar dinliyormuş son zamanlarda. Bombalı bir saldırı olmasa intihar ettiğini düşünecektim.
- İntihar etmez Muhsin, assa assa anca yüzünü asar.
- Peki kimler öldürdü?
Zehra ayağa kalktı. Kolyesini çıkardı. Çalışma masasının çekmecesinin anahtaru, kolyesinin ucunda duruyordu. Açtı bir tomar gazete çıkardı. Sararmış gazeteler. Bana bir kağıt uzattı. Benim sırtımdan ise terler boşanıyordu. Çünkü benim hayatımı bir gazetedeki bir yazı değiştirmişti. Gazetenin Zaman Gazetesi olduğunu görünce iyice afakanlar bastı beni zira Z takıntımdan dolayı okuduğum tek gazete idi. Yazının yazarı Nazan Bekiroğlu olduğunu görünce titremem iki katına çıktı. Benim cebimde taşıdığım yazıda bizatihi Nazan Hanım’a aitti. Yazının başlığına baktım: Aşkın Halleri. Derinden bir nefes verdim. Allah’tan bu yazı benim yazım değildi. Yazıyı okudum ama ne anlama geldiğini pek idrak edemedim. Konumuzla da hiçbir alakası yoktu. Sanıyorum Zehra’nın kafa affedersiniz ama biraz kırıktı.
- Yalnız bu aşk bir kadının değil, bir erkeğin cenazesini kaldırmış anlaşılan.
Sonra Zehra birkaç fotoğraf çıkardı. Zehra’nın çocukluk fotoğrafları idi. Birinde Tezer Özlü, birinde Nilgün Marmara ileydi. Gençken ise Didem Madak ile bir fotoğraf çektirmişti. Bu edebi havalar hiç bana göre değildi. Ben cinayeti merak ediyordum. Zehra’nın geçmişini değil. Bir fotoğraf daha gösterdi, Zehra’nın kucağında sarı saçlı, yeşil gözlü bir kız var. Fotoğrafın arkasına baktığım zaman şöyle bir not düşüldüğünü gördüm
“Zehra Dalfidan’a Sevgilerle…”
Zehra Dalfidan… Dalfidan. Bu soy isim bana bir yerlerden tanıdık geliyor. Dalfidan..
Elif ile Bahar oturuyorlardı. Arka planda Elbet Bir Gün Buluşacağız çalıyordu. Elif, Bahar’ın bu şarkıya verdiği önemi bildiğinden hiçbir şey demeden şarkıyı dinledi. Şarkı bitince sordu.
- Bahar sen neden bu şarkıyı bu kadar seviyorsun?
- Ne varsa eskilerde var da ondan.
- Hayır ama bu şarkıda farklı bir hale giriyorsun.
- Dedim ya Elif, kadın çok duygulu söylüyor.
- Acaba bunun o kelebekli toka ve…
- Ne dedin sen ne dedin sen…
- Şey…
- Elif….
- Sen geçen gün telefonla konuşmaya çıktığında ben kutuna bakmaya devam ettim. O ara bir bölmede kelebekli toka ile yumiyum kabı gördüm.
Son cümlesini bitirdikten sonra Bahar hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Elif, Bahar’ı hiç böylesine ağlarken görmemişti. Bahar anlatmaya başladı.
- Seneler seneler evveldi. Ben daha küçücük çocuktum. Zaman o zamanlar geçmek bilmezdi. Çocukluk arkadaşlarımızın hep bizde yeri ayrıdır. Benim de bir arkadaşım vardı. İsmi Tahsin. Beraber masal dinler, televizyon izler, kaybolurduk şehrin sokaklarında. Çocukluğuma dair anılarımda hep beraberdik onunla. Derken bir gün bizim eve bir kağıt geldi. TAYİN denilen iğrenç kelime ile o zaman tanıştım. Annemin yüreğine bir hüzün çökmüştü. Bu dünyada kadınları iki şey çok yıpratır: boşanmak ve taşınmak. Erken gitmemiz gerekiyormuş. Çünkü bu olağanüstü bir tayinmiş de falan da filan da. Neyse diğer gün ben Tahsin’in yanına gittim, anlattım böyle böyle. Gideceğimiz gün tekrar buluştuk. Ben ona Zidane’ın futbolcu kartını hediye etmiştim, o da bana kelebekli tokayı hediye etmişti. Sonra uzaktan bizim bu hüzünlü halimizi gören bakkal amca bizi dükkanına çağırdı. Gittik. Orada işte bakkal amca bu şarkıyı dinliyordu. Olayı anlattık. Dedi ki: “Hakiki dostlar elbet bir gün buluşur. Şimdi buradan istediğiniz çikolatayı, tatlıyı alabilirsiniz.” Biz de yumiyum almıştık. Onun kabıdır bu.
- Peki sonradan hiç görüşmediniz mi?
- Hayır, bulamadım. Soyadını bilmiyorum. Tipini hayal meyal hatırlıyorum. Geçenlerde rüyamda gördüm böyle ev tarzında bir kafede oturmuş, muhabbet ediyorduk. Rüyalar bazen ne kadar gerçekçi oluyor değil mi Elif?
- Bazen de gerçekler o kadar rüya gibi.
Tahsin tek başına Vuslat Kafe’ye gitmişti. Iraz Sultan’ı yalnız bulunca sordu.
- Iraz Sultan en son bana kaçırılma hikayeni anlatıyordun.
- İşte en son ben haber gönderdim ya. Dedim beni kaçır. Onlar da geldiler beni kaçırdılar. Sonra düğün yapılaraktan geri döndüm köyüme. Ne güzel günlerdi hep tarlalarda çalışırdık, kaynana-görümce baskısı çok daha fazla idi ama güzel zamanlardı. Şimdiki sağlığımı gençliğimde çalışmama borçluyum evladım. Eski toprak diye boşuna dememişler, çünkü bizim üstümüze toprak kokusu sinmiştir. Ayrıca o zamanlar hiç böyle kadınlar çalışmasın diye bir şeyler yoktu. Bizim köyde hemen hemen tüm kadınlar çalışırdı.
- Ne varsa eskide var Iraz Sultan, neyse ben müsaadeni isteyeyim. Halit Reis ile konuşmam gerekenler var.
Halit Reis, kütüphanesinde kitap okuyordu. Tahsin’in geldiğini görünce, kitabını kapattı. Köstekli saatine baktı. Tahsin selam verip yanına oturdu. Tayyar Amca gelip, bir şey isteyip istemediğini sordu. Tahsin bir adet tantuni istedi.
- Halit Reis, ben Şerif’in durumunu pek iyi görmüyorum.
- Ben de aynı kaygıları yaşıyorum.
- Sürekli dalıp dalıp gidiyor, hep birileri ile konuşuyormuş gibi. Sonra bazen suratına saçma sapan bir şeytani gülüş geliyor. Gülsün ama ilginç.
- Geçenlerde Yaman da aynı durumdan şikayetçi oldu. Odada gecenin bir yarısı uyanıp, bilgisayara bakıyor sonra tekrar uyuyormuş.
- Acaba Hulusi abi ile mi konuşsak?
- Biraz daha bekleyelim de ona göre davranırız.
Bu sırada Tayyar Amca, Tahsin’in tantunisini getirmişti. Tantuniden bir ısırık alan Tahsin, resmen zevkten dört köşeli üçgen olmuştu.
- Ya Tayyar Amca bu tantunideki lezzetin sırrı nedir?
- Ben gençliğimde birçok işte çalıştım. Bir arada tantunicilik yaptım. O sıra benim ustam vardı. Çok meşhur bir usta: Tantunici İsmet Abi. Ondan öğrendik. Rahmetli her tantuni yapışında “başkalarının aşkı ile başlıyor hayatımız heyy” deyip başlardı.
Halit Reis, tebessüm ederek: “O zamanda tantuniciler bile İsmet Özel okuyormuş, sen hala okumadın be Tahsin…”
Dalfidan…
Dalfidan….
Bir türlü hatırlayamıyordu. Bu sırada Zehra konuşmaya başladı.
- Ben hiç kimseyi öldürmek istemedim. Muhsin’den de ayrılmak istemedim. Lâkin bir gün evime bir mektup geldi. İçinde yeğenim Bahar’ın fotoğrafları olan bir zarf ve de bir yazı. Bahar şu fotoğraftaki küçük sarışın kız. Yazıda yazan ise şu idi: Muhsin’den Ayrıl, Bahar’ı Vurmasınlar…
- Hayda….
- Ne oldu ki
- O yazıyı görebilir miyim?
- Tabiki de.
Şerif, o yazı ile kendisine gelen yazıyı karşılaştırdığında gördü ki ikisi de aynı elden çıkma idi. Zehra anlatmaya devam etti.
- Muhsin öldüğü sabah bana yine bir zarf geldi. “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber” yazıyordu. Ardından ise bombalı saldırı haberini duydum.
- Anlıyorum. Ben müsaadenizi isteyeyim. İyi günler.
- İsterseniz sizi bırakayım.
- Teşekkür ederim. Ben taksi ile giderim.
Şerif evden ayrıldığı kafasında bin bir düşünce vardı. Olay çok dallanıp budaklanıyordu ve de Dalfidan da nereden çıkmıştı. Tam taksiye binmek için sokağa çıkmıştı ki içinden bir his geri dönüp fotoğraflara bak dedi. Koşarak geri döndü. Zehra’dan fotoğrafları göstermesini istedi. Fotoğraflardaki kız cidden güzeldi. Son fotoğrafa bakınca şok oldu. Bir anda kafasında şimşekler art arda çakmaya başladı. Son fotoğraf sanki zihnindeki bilgisayarı harekete geçirmişti. Son fotoğrafta bir kız ile beraberdi Bahar. O kız ise Şerif’in rüyasında gördüğü Elif Damla’dan başkası değildi. Elif Damla’yı hatırlayınca, Gani Dalfidan, Rast Sakoç’u ve rüyasındaki diğer insanları Tantunici İsmet Abi’yi falan aniden hatırlamıştı.
- Gani Dalfidan’ı tanıyor musun?
- Kendisi babam olur.
- Peki şu an nerede?
- Konya’da bir Mevlevihane’de yaşıyor.
Şerif, cin çarpmış gibi evden ayrıldı. Gördüğü rüyadaki insanlar gerçek hayatta varsa, gördüğü rüya gerçek miydi? Yoksa şu an Inceptionvari bir durum mu yaşıyordu? Bu Büyük Patron kimdi? Bu sırada telefonu çaldı. Arayan abisi Hulusi Candan idi.
- Buyur abi.
- Nasılsın?
- Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında…
- Oğlum yine şiire bağlama.
- Korkuyorum.
- Korkma gelip alayım seni istersen olduğun yerden.
- Yok gerek yok şarjım az kapatmam lazım bye.
Şerif telefonu kapatıp, yürümeye başladı. Evden 300 m kadar uzaklaşmıştı ki bir bomba patlamasının etkisi ile yere düştü. Pembe panjurlu evin olduğu yerden artık gri toz bulutları yükseliyordu.
11. Bölüm Sonu
Bir yanıt yazın