Bir Eflâtun Şemsiye – Bölüm II: Erguvan

Hayal meyal hatırlıyorum o günü: “Önümde boy boy test kitapları, sağımda ve solumda ise okuduğum ve okuyacağım kitaplar. Elimde de bir falçata. Karşılaştığım zorluklarda bileğimi değil, sorun çıkaran soruları kesiyorum. Rengârenk zarflar ardı sıra dizilmiş. İçi mektuplarla değil soru(n)larla dolu. Eflâtun renkli zarfı alıyorum, içi bomboş. Sebebi belli zira üstünde matematik yazıyor.”

Nefes nefese oturduğumuz kafeye geri döndüm. “Hafız yok… Sanki kız kelebek oldu, uçtu gitti. Bu durumun başka bir açıklaması yok.” Arkadaşım bu garip halime anlam veremedi çünkü eflâtun şemsiyeyi gördükten birkaç saniye sonra koşup çıkmıştım kızın arkasından. Ancak ne kadar koşarsam koşayım, kızı görememiştim. Üstüne üstlük yağan yağmurda yine yeni yeniden sırılsıklam olmuştum.  Arkadaşıma durumu açıkladıktan sonra bana yine aynı suçlamayı yöneltti: “Yusuf, sen çok irrasyonelsin, rüyanda eflâtun şemsiye gördün diye her eflâtun şemsiyesi olanın ardından koşacak mısın? Sahi ben de kime diyorsam, kızın annesine benzer birisi var mıdır deyip de gece boyunca tanımadığı insanların fotoğrafına bakan birisi nasıl laf dinler? Çok düşünme, hacı bak çok düşününce beynin sürmenaj oluyor.”

Arkadaşıma bu sefer hak vermiştim. Bazen hâl ve hareketlerim aklın yolundan sapıyordu. Gerçi hoş ya aslında aklımızla değil kalbimizle karar veririz. Kalp bu mekanizmanın şoförü akıl ise onun muavinidir. Arada sırada kalp yoldan sapmasına sapsın ama bu uç boyutlarda his ve hissiyatıma daha hâkim olmam gerekiyordu. Odaya geçiyorum, uyumadan önce şiir falan okumayacağım. Doğrudan yatağa uzanıyorum.

İstanbul’da gün batıyor. Boğazda beyaz bir teknenin üst katında oturuyorum. Yalnızım. Üstümde mavi ceket, ceketin cebinde ise eflâtun bir zarf var. Görmüyorum ama biliyorum. Sonra bir teyze elinde çay tepsisiyle yanıma geliyor. Uzaktan teyzenin kim olduğunu çıkaramıyorum, yaklaştıkça fark ediyorum. Bana kızına açılmamı tembih eden teyze bu. İçimden abla diyesim geliyor zira teyze kavramını yaşlı kadınlar için kullanmaya alışmışım. Çayımı alıp teşekkür ediyorum. Yanıma oturuyor, tekne hareket edince o da konuşmaya başlıyor:

“Eflâtun İstanbul’un rengidir, bak birazdan köprünün ışıkları yanacak eflâtun. Filmlerde dikkat etmişsen Bizans’ın rengi de eflâtundur. Hükümdarların pelerinleri eflâtun rengindedir. Diyebiliriz ki İstanbul’un ağacı erguvan, rengi eflâtun. Aslında erguvan da bir renk ismidir. Farsça’da kızıl demektir.”

Biraz soluklanıyor, çayından bir yudum aldıktan sonra elini şıklatıyor. O sırada incesaz ekibi teknenin üst katına geliyor ve “Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın” isimli eseri terennüm etmeye başlıyor. Şarkı bitince söze girip “senin kızın kim?” diye sormak istiyorum. Ancak şarkı biter bitmez “Küçüksu’da Gördüm Seni” isimli eseri icra etmeye başlıyorlar.

“Bak burası Küçüksu Kasrı” diyor. İçimden “bana ne Küçüksu Kasrı’ndan, sen bana sorularımın cevabını versen. Hakikatin bir cüzü mü yoksa şeytanın bir oyunu mu olduğunu anlasam bu rüyaların?” diye geçiriyorum.

Kasra dikkatlice baktığım zaman şık giyinmiş birçok insan görüyorum. Sanıyorum, bir düğün merasimi var. Hemen hemen her erkek gibi acaba burada bir düğün kaça mâl olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Derken abla, şiir okumaya başlıyor.

“Kim bilir ki dün’dür, ölgündür kalbimiz

Yollarsa her zaman biraz küskündür

Yokuşlarda ve inişlerde…

Zamandır seni sardığım kumaş

Bekledin örtünsün ki yavaş yavaş..

Erguvandın, kayboldun dile gelişlerde.

Güzel şiirmiş diyorum, edebiyatla ilgilisiniz anladığım kadarıyla. Tebessüm ederek Hilmi Hoca’nın bir şiiri diyor. Şiir bitince hava kararmış oluyor. Abla, boynuna Hüzün markalı erguvan bir şal atıyor, yakıştı diyorum. Tebessüm ederek: “hüzün ki en çok yakışandır bize” diyor.

O sırada havai fişekler patlıyor hepsi de eflâtun renginde.

Derken gelini görüyorum, masalsı bir gelinlik içinde.

Ancak bir eflâtun şemsiye yüzünü kapatıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum, oraya ulaşmam lazım deyip tekneden denize atlıyorum.

Semalarda “es-sâlâtun hayrun minen-navm” sesi yankılanırken, düşme duygusuyla uyanıyorum. Sabah namazını kılıp biraz kitap okuduktan sonra geri uyuyorum. Tekrar uyandığımda saat 10:40’a yaklaşıyor. Edebiyat Topluluğu olarak gerçekleştirdiğimiz “Askıda Mektup” etkinliği için standa gidiyorum. Standın önünde zayıf, uzun bir çocuk var. Bir elinde kola, diğer elinde pipo “sahici kahve, köpüksüz kahvedir” diyor.

Mektupları asmak için özel olarak tasarlanan ağaca bakıyorum, her yanı rengârenk zarflarla dolmuş. Etkinliğe bu denli katılım olmasına seviniyorum. Kulüp üyelerinden birisi, milföylü börekten ikram ediyor.

Ağaca dikkatlice baktığımda bir şey fark ediyorum, bir zarfın rengi eflâtun. İster istemez heyecanlanıyorum. Stanttakilere bu zarfı kim getirdi diye soruyorum, rengi güzelmiş. Tanımadığımız bir kız diyorlar. Sonra kızlardan birisi ekliyor: Fakat baya güzel bir eflâtun şemsiyesi vardı.

Bunu duyar duymaz, çaktırmadan askıdaki eflâtun zarfı alıyorum. Usulca uzaklaşıyorum. Ellerim titreyerek, eflâtun zarfı açıyorum.

  1. Bölümün Sonu


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir