Attığım her adımda bir mucize bekleyerek yürüyorum. Sanki bir sonraki adımımda olağanüstü bir şey olacak ve ben kendimden kurtulabileceğim. Ancak olmuyor. Yaprakların zaman donmuşçasına hareketsiz kaldığı bunaltıcı bir yaz gecesinde, tıklım tıklım insan dolu olan Tunalı caddesinde yürüyorum. Bütün bu kalabalıklar, grup halindeki insanlar, çiftler bana yalnızlığımı tekrar tekrar hatırlatıyor.
Dikey binalar, yatay binalar; boyu uzun insanlar, eni geniş insanlar; lüks arabalar, sıradan arabalar; büyük ağaçlar, küçük ağaçlar… Tüm bu eşya bir film şeridi misali gözlerimin önünden geçerken, aradığım daha doğrusu beklediğim mucizenin gerçekleşmeyeceğini anlıyorum. Anlamaktan da öte aklım değil fakat gönlüm ispatlıyor. Bu ispatla birlikte gayriiradi o yere doğru sürükleniyorum: Buz Ağacı’na doğru…
Bozkırda bir buz ağacı… Dalları, gövdesi ve kökleri tamamen buz olan bu ağacın ne gölgesi var ne meyvesi. Çölü anımsatan bozkırda bu ağacı ilk defa görenler serap gördüklerini sansalar da soğuğu yüzlerine çarpınca gerçek olduğunun farkına varırlar.
Buz ağacı yıllar geçtikçe büyüyor. Buz Ağacı büyüdükçe benim ifadelerim, mimiklerim, duygularım donuklaşıyor. Ağaca bakıp düşünüyorum: Acaba o da benim gibi bir mucize bekliyor mudur? Acaba benim göremediğim bir sarmaşık onu içten içe bitiriyor mudur?
Bir mucize beklemek… Bir kurtarıcı beklemek… Bir sevgili beklemek… Bir aydınlanma beklemek…
Tüm bu bekleyişler insanı atıl kılmıyor mu? İradenin kelime kökeni itibariyle “dolaşmak/dolanmak” anlamına gelirken, bu bekleyişler iradeyi felce uğratmıyor mu? Hep bir deus ex machina özlemi çeken benliklerimiz, bütün bir hayatı onunla birlikte yaşadığımızı fark etmiyor mu? Soru soruyu açarken, cevapsızlık içimi yakıyor. Karşımdaki buz ağacı da bütün heybetiyle karşımda duruyordu. Onu ne kesebiliyor ne eritebiliyordum.
Bir korna sesi, beni gönlümün bozkırlarından Tunalı caddesine geri getirdi. Sıra sıra meyhanelerden yükselen şarkılar az ilerideki publardan yükselen şarkılarla karışıyor; cadde bütünüyle curcunaya bürünüyordu. Herkes bir yerlerden bir yere giderken kendime hakim olamayıp yine sormaya başladım: Nereye gidiyorsunuz? Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz? Hani nerede cebinizde sakladığınız mucizeler? Neden susuyorsunuz? Neden saklıyorsunuz kalbime sürur verecek kelimeleri? Niçin gülümseyerek yanımdan geçip gidiyorsunuz? Niçin bakışmalarımız yarım kalıyor? Heyhat niye ağlamıyoruz kardeşlerim? Neden topluca yaklaşmakta olan helakımıza ağlamıyoruz? Sükutumun şiddetini hissetmiyor mu gönülleriniz? Hiçbiriniz durmuyorsunuz, hiçbiriniz beklemiyorsunuz tıpkı gökyüzündeki yıldızlar gibi tıpkı beynimdeki hücreler gibi tıpkı gözyaşlarımdaki atomlar gibi… Öyleyse ben neden bekliyorum?
Açmaz sorularımla baş edemeyen ben meyhaneden yükselen bir şarkıya dikkat kesiliyorum. “Ya her şeyim ya hiçim/ Sorma dünyam ne biçim/ Bir kördüğüm ki içim/ Çözdükçe dolaşıyor” Ayaklarım istemsizce meyhaneye doğru giderken, şarkı bitiyor ve ben geri dönüyorum. Buz ağacının yanındayım… Dalları duygularımı kesip biçen buz ağacının yanındayım. İçimin ateşleme mekanizmasını yerle bir eden artık duygularımı da değil fiillerimi de donuklaştıran bu buz ağacıyla olan mücadelemi kaybediyorum. En yakın aynaya doğru koşmaya başlıyorum. Aynaya bakınca buz ağacının iki yeni dalının daha çıktığını görüyorum: İki beyaz saç teli… Kurşuni renkte akan gözyaşlarıma hâkim olamıyorum…
Bir yanıt yazın