Ne kadar çok kalbim kırıldı bu şehirde, ne kadar çok yürüdüm aylak aylak bu caddelerde ellerim cebimde. Yaralarıma uzanan dikenli ellerin üstünde mührüm vardı. Çöllere ektiğim gül tohumlarının kaktüs olacağını elbet önceden bilemezdim. Ayaklarıma değen taşlardan ben sorumlu değildim, taşlı yollardan yürümeyi sevmem de gayri iradiydi. Bastığım bir taşı kırmızıya boyamayıp da yürümeye devam etseydim…
Eda yanıma kadar geliyor. Yüzüne dikkatlice bakınca bu simayı daha önce gördüğümü anımsıyorum ama bir dakika o zaman saçları siyah ve kısa, gözleri ise kahverengi idi. Şerif Lokum olarak kendimden utanmıştım zira hem yılbaşı gecesi hem otobüste hem de Hosta Piknik’te gördüğüm kişiyi daha dikkatli incelemem gerekirdi. Şimdi ise durumlardan yusuf yusuftu. Lambanın aydınlattığı yere…
Bazı geceler uykuya savaş açarsınız, uyumak istemezsiniz. Belki yatağa gidecek kadar iradeniz kalmamıştır, belki gecenin sessizliği ve dinginliği daha iyi düşünmenizi sağlıyordur. Peki, gecenin bu vakti ne düşündürür insanı? Ya Soru(n)lar ya da o garip his… İnsanların soru(n)ları, birçok şekilde sınıflandırılsa da bu yazıda şu ayrıma dikkat çekeceğim: Suyun üstündeki sorularımız ve suyun altındaki sorularımız.…
Abim elinde adamın geçmişine dair dosyasını okurken, ben mekanı incelemeye başlıyorum. Adamı otopsi için asılı yerden aldıklarında fark ediyorum. Odanın bir kısmı olabildiğince dağınık iken diğer bir kısmı ise olabildiğince düzenli. Eski zamanlardan bir radyo var masanın üstünde. Cam sürahi yarısına kadar su dolu. Kitap namına bir şey yok. Birkaç eski tarihli gazete kanepenin üstünde.…
Şehre karanlık indi. Ayaz tüm keskinliği ile sokaklarda cirit atmakta. Sevgilisinin elini tutarak gözlerinin içine bakan çocuk: “Ben seni İstanbul’un boğazında değil; Ankara’nın ayazında sevdim.” derken kızın gözleri ışıl ışıl parlıyor. Dögol caddesi buram buram karbonmonoksit kokuyor. Ben, Şerif Lokum havayı öğrencilik ile bağdaştırıyorum. Hava soğuk, ellerim cebimde yürüyorum. Yol üstünde, ışıkların hemen kenarında, kazağı…
Attığım her adımda bir mucize bekleyerek yürüyorum. Sanki bir sonraki adımımda olağanüstü bir şey olacak ve ben kendimden kurtulabileceğim. Ancak olmuyor. Yaprakların zaman donmuşçasına hareketsiz kaldığı bunaltıcı bir yaz gecesinde, tıklım tıklım insan dolu olan Tunalı caddesinde yürüyorum. Bütün bu kalabalıklar, grup halindeki insanlar, çiftler bana yalnızlığımı tekrar tekrar hatırlatıyor. Dikey binalar, yatay binalar; boyu…
Az ye az uyu az iç/ Ten mezbelesinden geç/ Dil gülşenine gel göç Mevlâ görelim n’eyler/ N’eylerse güzel eyler Erzurumlu İbrahim Hakkı O neşeli, konuşkan, uykucu ve iştahlı çocuk gitmiş; yerine sessiz, uykusuz gözlerle etrafta dolanan bir zombi gelmişti. İki – üç lokma anca yiyor, eskisi gibi ne konuşuyor ne tebessüm ediyordu. Bu hâl dikkatimi çekse de ilk…
“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ”/ Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan/ Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan/ “Bakın yaklaşıyor…” İsmet Özel İnsan en çok kendisine yabancılaşıyor. Kendisinde gurbette olan insan bunu fark etmesiyle dış dünyadan uzaklaştığını düşünse de esas kendi içindeki o büyük boşluğu fark ediyor. Buzullardan kopmuş serseri bir buz parçasıyla aynı hissi yaşıyor. Vatanından gittikçe uzaklaşıyor, uzaklaştıkça…
“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” Erdem Beyazıt Oturduğu bankta, gökyüzünü ve ağaçları izleyip insan ilişkileri üzerine düşünüyordu. Bir insan neden bir ilişki ister? Neden istemez? İlişki insana ne ifade eder? İlişkilerin özünde yatan şey nedir? Bu tür soruları kendi kafasında sistematik bir şekilde cevaplamaya çalışıyor,…