“İnsanların ön yargılarını parçalamak, bir atomu parçalamaktan daha zordur.”
Albert Einstein
“Bu gönül uğruna neye katlanmaz/ Öl desen ölürüm, seven ne yapmaz.”
Esin Engin – Seven Ne Yapmaz
Kafeye girdiğinde köşedeki iki kişilik masanın boş olduğunu gördü. Başka birisi kapmasın diye bir elinde kahve diğer elinde kitap ve defterle hızlı hızlı masaya yürüdü. Oturduğunda demir tahta oturmuş kadar mutlu ve mutmain hissediyordu. Tam defterini açıp bir şeyler yazacaktı ki arkadaşının geldiğini gördü. Defteri kapattı, arkadaşı selam verip karşısına oturdu.
- Merhaba, nasılsın?
- İyiyim, bütün benliğimle kahve içiyorum. Sen nasılsın?
- İyi, ne olsun
“İyi, ne olsun” deyişinde “dertliyim yine ruhuma hicranımı sardım” havası vardı. Gözleri ile arkadaşına “anlat artık” dedi.
- Abi, neden yüzüm gülmüyor bu gönül işlerinde? Nerede hata yapıyorum?
Dünya üzerinde hem bu kadar birbirine benzer hem de bu kadar öznel başka bir sorun yoktur sevgili okur. Arkadaşı bu cümleyi kurduğunda kahvesinden bir yudum aldı çünkü o da böyle düşünüyordu zira başka türlü düşünmesi mümkün değildi.
- Neler yapıyorsun önce? Neler yaptığını bilmeden nerede hata yaptığını nasıl bilebilirim ki? Müneccim miyim ben?
- Bak, onun için öncelikle sigarayı bıraktım, onu rahatsız ediyordu. Günde on hayır hayır yüz paket içen ben, sigarayı bıçak gibi kesip attım. Kendi sınavlarım varken, onun dersine çalışıyor sırf ona o dersi çalıştırayım da quizi iyi geçsin diye. Söylesene hangi insan sevdiği kız için termodinamik çalışmıştır? Onu görebilmek için sabahları kendi bölümümle asla alakası olmamasına rağmen Analiz Cebir derslerine giriyordum. Ben onun için -40 soğuk suda bile yüzdüm. Sevdiği çizgi film 1080p yok diye tüm bölümlerini ben tek tek 1080p’ye iyileştirdim.
- Hmm… demek…
- Dur daha bitmedi. O istedi diye kilo aldım ya ben. Yanımda şişman kalıyormuş ben zayıf olunca. Gözlük takmayı bırakıp lens takmaya başladım. En saçma sapan filmleri (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu), dizileri (Pis Yedili) izledim sırf konuşacak bir konu bulalım diye. Tek ayaküstünde 3 saat boyunca onu bekledim. Sonra onun için ressamlık kursuna gittim sırf ona iyi bir hediye verebilmek için. Saçlarıma kıvırcık peruk taktım Bob Ross’u sevdiği için. Papua Yeni Gine’den özel bir kıyafet getirdim sırf onu güldürebilmek için…
- Tamam… tamam…
- Dur dinle abi… Ben onun için atlayıp yurt dışına, Antartika’ya gittim. Penguenlerle dans ettim. Onun için otostopla kat etmediğim mesafe kalmadı. Açık giyiniyorsam, kapalı giyindim; casual takılıyorsam, serseri takıldım. Saçlarımı mora boyattım, bir kase makarnaya (Penne Arabiata) 4000 lira bayıldım. Sonra ailemi karşıma aldım onun için. Arkadaşlarıma onu savundum saatlerce bana çektirdiği acıları aklamak için.
- Peki, sonra ne oldu?
- Olmadı hiçbir şey… Yandı, bitti kül oldu dahi diyemem.
- …
- Ne oldu? Neden tebessüm ediyorsun? Komik olan nedir?
- Sen ona tüm dünyaları sermeye hazırdın değil mi?
- Aynen abi, kesinlikle bu böyle hay ağzını öpe..
- Şşş sakin.
Sonra tekrardan kahvesinden bir yudum aldı. Kahve içerken öyle bir kahve içiyordu ki sanki o an dünyanın en mühim meselesi onun kahvesini içmesi sanırdınız. Gerçi yaptığı her işi yaşayarak yapardı.
- Peki, neden olmadı?
- Bilmiyorum elle tutulur bir sebep yok gibiydi…
- Sence öyleydi.
- Bence mi?
- Tabiki de… Seven insan için hiçbir zaman elle tutulur sebep yoktur sadece bahaneler vardır. Sevilen insan içinse ön yargılar.
- Ön yargı mı?
- Senin için (âşık) bahane olan şeyler onların (mâşuk) gözünde birer ön yargıdır. Bu farklı şekillerde tezahür edebilir. Bazen de insan kendini ayıplar da ön yargılara sığınır. Bunları aşmak gerçekten zordur.
- Nasıl abi açabilir misin?
- Mesela en basitinden tipini beğenmez, aileni beğenmez, arkadaş çevreni beğenmez, giyimini beğenmez vs. Bunlar basit gibi gelebilir ama adamım bazı insanların nazarında bunlar öyle büyük ön yargılardır ki asla parçalanamaz. Parçalayamadıkları için ve bunları kendilerine itiraf da edemediklerinden genelde saçma bahanelerin arkasına sığınır insanoğlu. İşte bu yüzden sana bahane gibi geliyor. Hem Halil Cibran’ı bilir misin?
- Adını duymuştum sanki?
- Kendisi aşk adamı. Burada bir parantez açmak istiyorum aşk esasen kainattaki en güçlü duyguyu ifade etmek için kullanılır ama gel gelelim günümüzde bu kelime yozlaşmıştır. İstanbul’dan bile daha beter yozlaşmıştır “aşk” kelimesi. İşte Halil Cibran der ki: “Birbirinizi sevin ama aşkı pranga eylemeyin.” Sen o kadar pranga eylemişsin ki bu duyguyu, kendin adım atamıyorsun hiçbir yere daha da önemlisi ise…
- Daha önemlisi ne?
- Kendini sevmiyorsun, kendine yeteri kadar değer vermiyorsun. Kendini hakkıyla sevemezsen, bir başkasını layıkıyla sevemezsin. Sevmek karşı taraf için her şeyi göze almak değildir. Evvela kendini sev, kendine yazık etme. Bu kadar kendine kıydığın yetmedi mi!? İlginçtir ki bu aşk oyununda bu olmadığı takdirde hep kaybeden taraf olunuyor. Oyunun sırrı burada gizli bence. Hep başarısız oluyorsun çünkü sanıyorsun karşı tarafı deliler gibi manyaklar gibi sevince (ki hep bu aşılanmıştır bize dışarıdan) her şey hallolmuyor. Kendini sevebilmen için de adamım; evvela kendini tanıman, kusurlarını bilmen gerek. Hiçbir zaman mükemmel insanı bulamayacaksın, seni mükemmel yapacak olanı da mühim olan sizi birlikte mükemmel yapacak olan kişi kim? Ayrıca kaybetmek kötü o kadar da değildir.
- Nasıl yani?
- Çünkü yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır, her kaybedişinde kazanmaya bir adım daha yaklaşıyorsun. Hem gönlünde hiç aşk yarası taşımayan insana insan denir mi? Bu durum acı vericidir evet ama bu dünyanın en güzel acısıdır, herkes bu acıyı çekmek ister.
Ne kadar da uzun konuşmuştu. Dili damağı kurumuştu. Kahvesinden bir yudum daha aldı. Tam arkadaşıyla konuşmaya devam edecekti ki bir kız sesi dikkatini dağıttı.
- Sandalye boş mu? Herhangi kimse gelip oturacak mı?
Karşısına baktığı zaman arkadaşının olmadığını fark etti. Aslında arkadaşının en başından beri olmadığını fark edince kendisine hayret etti. Kıza dönüp “yanımdaki bütün sandalyeler boş hepsini alabilirsiniz” diye cevap verdi. Kız tebessüm ederek “ben sandalyeyi almak için soruyu sormadım ki” dedi. Sandalyeye otururken masadaki Gurur ve Önyargı kitabı, defterin üzerindeki nükleer fiziğe dair notlar ilgisini çekmişti.
- Merhaba, ben Elizabeth Bennet.
- O zaman ben de Mr. Collins ya da Mr. Darcy hangisi olacağım meçhul ama rahip olmak istediğimi sanmıyorum.
Kız bu cevaba güldü.
- Yani bana her hâlükârda evlenme teklifi edeceksiniz öyle mi?
- Aslında hiç böyle düşünmemiştim ama hikâye bu durumu zorunlu kılıyorsa edebilirim. Zaten iki cevap var ama hangisi doğru kimseler bilmiyor.
- Pardon ama hangi hikâyeden bahsediyorsunuz?
- İşte benim hikâyemden. Biraz önce hikâyeye siz dâhil oldunuz.
- Jane Austen ile ortaklaşa yeni bir hikaye yazıyorsunuz o zaman.
- Tabii ki de adı da Atom ve Önyargı
- İlginç bir kişiliksiniz.
- Bu durum sizde bir ön yargı oluşturuyor mu?
- Yok herhangi bir yargıdan bağımsız, neden sordunuz ki?
- Çünkü önyargıları parçalamak atomları parçalamaktan da zordur.
- Şimdi, tüm taşlar yerine oturdu. Nükleer fiziğe dair notlar vesaire.
- Welcome to my life.
- Bu sırada size kendimi bana Elizabeth diye tanıttım ama arkadaşlarım bana kısaca Elif Damla der.
Daha sonra uzun uzun konuştular. Birbirlerine en sıkıcı konuları da sordular, en eğlenceli konuları da… Hatta bir ara kafede “Sen Olsan Bari” çaldı, onun hakkında bile muhabbet ettiler. Sonra kahramanımız Elif Damla’nın gözünde bir anlık bir parıltı gördü. Sanki o an zamanın yavaşladığını adeta durduğunu hissetti. Big Fish filmi doğru mu söylüyordu gerçekten? Bir an ışıklar içinde kalmıştı sanki o parıltı içinden 5. boyuta geçmiş bir anda onunla geçireceği tüm geleceği görmüştü. Zaten hayat da bir andır.
Yine mi hayal görüyorum diye tereddüde düştü ama hayır karşısında duruyordu. Kız, önündeki kahveye uzandı, bir yudum aldı. Aman Allah’ım, Elif Damla da tüm benliği ile kahve içiyordu. Sonra kendisi de kahveden bütün benliğiyle bir yudum aldı. Birbirlerine bakıp tebessüm ettiler. Elif Damla göz kırpıp “ne oldu?” diye sordu.
- Yazılmakta olan bu hikâye var ya
- Benim yenice dahil olduğum…
- Evet, işte bu hikâyedeki her şey gerçek Elif Damla, çünkü hepsini ben uydurdum.
Son
Bir yanıt yazın