Ne kadar çok kalbim kırıldı bu şehirde, ne kadar çok yürüdüm aylak aylak bu caddelerde ellerim cebimde. Yaralarıma uzanan dikenli ellerin üstünde mührüm vardı. Çöllere ektiğim gül tohumlarının kaktüs olacağını elbet önceden bilemezdim.
Ayaklarıma değen taşlardan ben sorumlu değildim, taşlı yollardan yürümeyi sevmem de gayri iradiydi. Bastığım bir taşı kırmızıya boyamayıp da yürümeye devam etseydim belki her şey çok farklı olabilirdi. Belki kaktüsten gül yağı elde edip yürüdüğüm yollarda güller bitmezdi ama rahiyalarımı saçarak ağaçları, kuşları, taşları, başları, ahuları, ahu gözlüleri mest edebilirdim. Hatta mest olan bir ahu gözlüyle göz göze geldiğimde ikimizden birisi bayılır, bu kısa hikâyemiz aşk külliyatının en mühim cüzünü oluşturabilirdi. Olmadı, kırmızıya boyanan taş, sanki canlanmışçasına bana baktığında olduğum yerde dura kaldım.
Yaralarım içime sığmadı, ayaklarımdan bir isyan başlattılar ve ilk kurşunu sıktılar. Yaram yârimdir, deyip yürümeye devam edebilirdim; derman arardım derdime, derdim bana derman imiş deyip tasavvufun uçsuz bucaksız dehlizlerine kanat açabilirdim. Açmadım, açamadım çünkü ne yaram yârimdi ne derdim bana derman olacak kadar ulviydi. Yaralarım yükümdü, kalbime atılan her çizik ardında bir bıçağı bir eli ve bir aynayı saklıyordu. Ayaklarım da bu yükü taşıyamamış bu yüzden yaralarımla iş birliği yapmıştı.
Taşı elime alıp oturabileceğim bir köşeye oturduğumda bütün bu yaşananların bir kitabın bir bölümü olup olmadığını düşündüm. Sayfaları kanımla yazılmış bu kitap bir büyü bir tılsım kitabı olarak anılacak, seneler seneler sonra boynu bükük kalmış bir kütüphanenin tozlanmış rafında İsrafil’in suru üflemesini canhıraş beklerken meraklı bir gencin bu kitabı okumasıyla onun evreninde bu olay vücut bulacaktı. Belki bu satırları okurken paralel evrenlere dair bir şey düşünecek fakat benim, bu teoriye inanmadığımı bilmeyecekti. İnsan evrendir. Birbiriyle kesişmeyen herhangi iki evren bulunmamaktadır, her evren birbiriyle kesişir. Aksini iddia eden varsa ispatlasın. Ben kuyuya kırmızı boyalı bir taş atıyorum, çıkarabilen çıkarsın.
Bu sırada elimdeki kanlı taşı, çöp tenekesinin kenarına bırakılmış ahşap işlemeli boy aynasına fırlattım. Aynada bir kırmızı nokta ve birçok çatlak oluştu, üşenmedim tek tek saydım bin bir parçaya bölünmüştü. Kimisi yere düşerken, sokakta elleri cebinde aylak aylak yürüyen bir adam, aynanın karşısında durup kendi kırık veyahut kırgın aksini izledi. Ah kalbim diye mırıldandıktan sonra o kırmızı noktaya ürkek bir şekilde parmağının ucuyla dokunup yürümeye devam etti. Yürürken kendi kendisiyle konuşmasını duyuyordum, şöyle diyordu: “Ne kadar çok kalbim kırıldı bu şehirde…”
Bir yanıt yazın